Makale

Yol

Yol
Yol

Yunus’un dizelerinin tazeleğinin zevkine gerçekten varmak için Anadolu yaylaları boyunca uzanan uçsuz bucaksız yolları tanımak gerekir.”

Annemarie Schimmel

Menzili ırak bu yolun, bu yola kim varası,
Müşkili çok bu halin bunu kim başarası

İman aldağuçları¹ bilin çokdur bu yolda
Nefsine uyanların gitmez yüzü karası

Bir başına yol… Bir uçtan bir uca ıssızlık… Bir uçtan bir uca bir başına rüzgar; başıboş, savruk… Nereye eseceğini bilmiyor rüzgar… O uçtan bu uca, bu uçtan o uca tozutuyor. Kimseleri katamıyor önüne. Kimseler düşmüyor yola. Gece ıssızlık… Gündüz ıssızlık…

Uzaklar yakın olmuyor. Uzak iklimlerden atlasların, ipeklerin, gümüşlerin pırıltılı haberleri gelmiyor. Gittikçe yaklaşam kafilenin çıngırak sesleri bekleyenlerin sevinç çığlıklarına karışmıyor. Zaman en değerli hazinelerini toplayıp gitmiş. Tarih bitti bitecek; en keskin kavisini çekmiş…

Değerli olan, göz alan, gönül okşayan dünya süsleri hayal perdesine bürünmüş. Yollar kilitli, kapılar kilitli, ağızlar kilitli… Hanlar, kervansaraylar kutlu misafirlerin, kutlu yolcuların sesine, nefesine hasret… Kanlı mızraklar, zehirli oklar batıyor tarihin böğrüne. Vakarlı surlar, yıkılmaz kaleler, şimdi ürkek, matruk harabeler… Taç kapıların gözü yerde… Çift başlı kartal baykuşların viranesinde… Tekin değil yollar… Tekin değil rüzgar… Tekin değil sessizlik… Dağ taş nazlanıyor uyanmak için…

Tenhalar, ücralar, kıyılar, köşeler kalabalık…
Yollar boş… Tesellisiz…
Yunus’u çağırmakta tek; gel!

Bir kuş olup uçmak gerek
Bir kenara geçmek gerek
Bir şerbetten içmek gerek
İçenler ayılmaz ola

O güne kadar herhangi biriydi, adı Yunus olan bir adamdı Yunus. Anadolu’da büyüyen korkunun ortasında tutunacak dal, sığınacak kapı arayan, yaşananları anlamaya, başına gelenlere katlanmaya çalışan binlercesinden biri. Gönlü saf, aklı bakir kendi halinde bir adam. Belki basit bir köylü, belki bir toprak beyi.

Anadolu, Moğol zulmünden kaçıp Anadolu’ya sığınan alimler, mutasavvıflar da eklenince tam bir medeniyet beşiği olmuş, herkesin ulaşabileceği bir çok yere medreseler kurulmuştu. Yunus da bir çoğu gibi bu medreselerin birinde bir miktar ilim tahsil eylemiş, dünyanın ahvalinden, bilginin esaslarından nasiplenmişti. Fakat diz kırıp saatlerce dört duvar içinde hapsolmak; güne, güneşe, toprağa kendini kapatmak gönlüne ağır gelmişti. Sıcağında piştiği, çocukluğunu, delikanlılığını eğlediği toprağı arzulamış, toprakta bulduğunu hiçbir şeyde bulamamıştı. Gerçi her ne duyar, işitirse çabucak kavramış, dilindeki letafet, fıtratındaki asalet, düşüncesindeki kıvraklıkla hocalarının gözdesi olmuştu. Ama Yunus’a göre hakiki bilginin, hayatı anlamaya yarayan mutlak bilginin yolu bu medreselerden geçmiyordu. Öğrendikleri bilime açlığını doyuracak kadardı, ötesi ise burada yoktu.

Dört kitabın okudum, tahsil ettim bitirdüm
Ne hacet kim, karayı ak üstüne yazarım

O insan olma bilgisinin peşindeydi:

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılmışı severiz
Yaratandan ötürü

Sonunda içindeki özleyişe kapılıp köyüne dönmüştü. Sürmek, ekmek, biçmek tekrar ve tekrar hayat veren toprağı avuçlarında hissetmek nice makamların, mevkilerin vereceğinden çok daha büyük bir güç veriyordu Yunus’a. Kuş gibi hafif, kuş gibi özgür olmak, bu haline halel getirecek her türlü kayıttan kaçmak istiyordu. Bu yüzden insanlardan, gözlerden uzak köşeler seçiyordu. Bir çayın kıyısında, kuru bir ağacın altında, bir öbek tarla çiçeğinin başında, hatta yıkık dökük mezar taşlarının arasında saatlerce geziniyor, kendi kendine konuşuyordu.

Çok söylemez lakin söyledi mi bülbül gibi şakır. Sözünün lezzetine doyum olmaz. İnsanlardan çok dağlara taşlara söyler. Atalardan, dedelerden kalma, ta Oğuz’dan bu yana söylenmiş ne tatlı söz varsa Hak onun diline geçiştirmiştir, özünün güzelliği diline vurmuştur.

Nicedir devlet Moğol hakimiyetindeydi; ama dirayetli hükümdarların bir bir ölmesiyle, Moğol’u dizginleyemeyen zayıf yükümdarlar yönetime geçmiş, Moğol da zulmünü arttırdıkça arttırmış, kontrolü tamamen ele geçirmişti. Köylünün bir karış toprağına, bir avuç buğdayına bile tamah eden yağmacılar türemiş; çok canlar yanmış, çok ocaklar sönmüştü. Üstüne gelen kıtlık yılları da çareleri hepten alıp yele vermişti.

Kimi açlıktan, kimi hastalıktan, kimi asılarak, kimi vurularak onlarca insan can vermişti Yunus’un gözleri önünde. Beyken, hanımken, türlü saltanat sürerken taze fidan gibi bir delikanlıyken, bakmaya kıyılmayan bir ay yüzlüyken kayıp gidiyordu bir bir hayatlar…

Yunus canlılardan çok ölenlerin dünyasına yakın olmuştu. Çiçeklerin açışı, kuşların ötüşünde değil, insanın öylece upuzun toprağa yatıverişi ve daha da dönmeyişindeydi aklı fikri.

Daha aşk demeye dili varmamıştı. Aşk dese sanki bütün aklı başından alınacaktı. Gönlü uçmayı yeni öğrenen bir kuş gibi pır pır o yana bu yana çırpınıp durmuştu. Gözleri her yerde onu arar olmuştu. Ne yapacağını, bu duyguyu nereye sığdıracağını bilememişti. Netsin neylesin bilemezken, o körpecik teni kendinden bile esirgerken, kara toprak kara bağrına alıvermişti ansızın onu da. Daha bir donmuştu Yunus o günden sonra, daha bir avare olmuştu. Gözlerini toprağa iyice dikip bekler durur olmuştu.

Yunus, sevdiğine bambaşka yanmış, pek çok yakınını, arkadaşını peş peşe yitirmiş olsa da, yakın uzak demeden her acı haberle yeniden sarsılıyor, dertleri depreşiyordu. Acı kimin olursa olsun iliklerine işliyordu. İnsana dair, insanın acı hikayesine dair dalıp düşündükçe fikrini tamamen ölüm esir alıyordu. Her yerden dört nala, bütün silahlarını kuşanmış üzerine geliyordu. Kim durabiliyordu ki karşısında? Hangi ihtişamı, hangi güzelliği, hangi masumiyeti bağışlamıştı ki? Hangi yüreğe dokunmamıştı ki? Yunus hayatı acıdan, ölümden ibaret görür olmuştu.

Yunus’un içinde ılık ılık dört mevsim esen bahar yeli, hoşluk, hafiflik, özgürlük, yavaş yavaş yerini bir fırtınaya, bir kavgaya bıraktı. Öfke bulutları kararttı göğünü; dilinden Dede Korkut’un aydınlık, esenlik sözleri değil, haykırışlar dökülmeye başladı.

Yine de bir şey yapmak gerektiği düşüncesi, bir an rahat koymuyordu Yunus’u. İçten içe isyanı, kavgası büyüse de etrafındakiler; kadınlar, çocuklar, yetimler, öksüzler belini büküyordu. Bu eli kolu bağlanmışlık hali, en çok ona yakışmıyordu belki; yalnız el kol değil kanat peşindeki Yunus’a. Aslında hiçbir kapıya varıp, el açıp, aman dilememişti o güne değin. Kimsenin himmetine, minnetine rıza göstermemiş; sıkıntısı ne olursa olsun kimseye halini bildirmemiş, kendine hep kendi yetişmişti.

Şimdi kendi kendine yine yetse de, yetmiyordu kimseye. Ağlayan çocukları susturamıyordu kimse. Karar verdi Yunus. Varmak gerekti bir kapıya. Duyar dururdu; Anadolu’da can pazarının ortasında canlar azad eden dergahlar vardır. Gönülleri teskin eden; türlü türlü meslekten, meşrepten insana kol kanat geren; darlıkta, sıkıntıda tek komayıp Allah için verip, Allah için paylaşıp, Allah’a yakınlaştıran dergahlar vardır. Buralarda ulu evliyalar saklıdır ki, himmetleri pek yücedir.

Önüne bir duvarın, bir sınırın çekilmeyeceğini, boynuna bir yuların takılmayacağını, canında çırpınan kuşun esir edilmeyeceğini bilse, Yunus çoktan gidecek; nedir bunca canı oralara koşturan anlayıp, dinleyecekti. Ama tutulmk, yakalanmak, bağlanmak Yunus’a girandı. Bugüne kadar beklediyse bundandı.

 

Yol

Yunus Emre, İnci Şahin
Genç Okur Yayınları, 2014
ISBN: 978-605-159-030-1


¹ aldaguç: aldatıcı, ayartıcı

Bir Yorum Bırak